Ekonomi Notları – 95
Ömer Madra: Elimizde epey iri konular var, özellikle bütün dünyada da konuşulan, bu petrol fiyatlarındaki yükseliş nereye kadar gidecek ve bütün dünyayı ne kadar etkileyecek konusunu biraz daha derine inerek konuşalım istedik.
Hasan Ersel: Geçen hafta, pek de bilmediğim bir konuda tahmin yapıp iyice çizmenin dışına çıktım. Onun için biraz daha işin peşinden gitmeyi görev addettim. Zor da bir konu. Petrol ve petrol benzeri yakıtlar dediğimiz zaman, doğalgaz vs. kast ediliyor. Bunlar birbirlerinden farklı şeyler. Petrol denildiğinde bile farklılık var. Diyelim ki Suudi Arabistan petrolünü aldığınız zaman o herhangi bir petrol türevinin üretilmesinde çok iyi değil, onun yerine Endonezya petrolü daha iyi, ama bir başka petrol ürünü için de Suudi Arabistan petrolü daha iyi. Dolayısıyla petrol ve doğalgaz gibi iki kategori için de bu olay pek anlaşılmıyor. Çok boyutlu bir iş... Ama şu ara ortalıkta tek bir sorun var, hepsinin birden fiyatları yükseliyor.
Bu fiyat yükselmesini iki türlü yorumlamak mümkün, bir tanesi arz talep farkı olarak... Benim orada takıldığım şuydu; geçen sene böyle bir olay yoktu, şu anda da üretim miktarlarına baktığınız zaman o da talebin çok altında değil. Hani ileride dünyada bir tarihten sonra petrol üretimi ciddi düşecek deniyor ya... Böyle bir durum yok, daha orada değiliz.
ÖM: Ona sonra ayrıca bir parça dönebiliriz.
HE: Onun ayrı bir önemi var.
ÖM:Mike Davis’in son bir yazısına rastladım, Financial Times’da, Venezuela’nın enerji bakanı Rafael Ramirez’in sözleri var, “ucuz petrolün tarihi bitiyor olabilir” demiş. Aynı şekilde İngiltere’nin eski enerji bakanı Michael Meacher -bu sıralarda epey yazısına rastlıyoruz-, National Geographic’e bir demeç vermiş ve aynı şeyi söylüyor. Yani “Hubert’s Peak” diye adlandırılan tepe noktasına varılıyor. Hubert adlı bir jeolog 2006 ile 2010 arasında bir yerde üst noktaya varıp ondan sonra da hızlı bir düşüşe geçeceğini iddia ediyor Çok önemli tabii bu ama daha sonra konuşabiliriz.
HE: Stratejik davranış açısından çok önemli... Bir kaç nedenle; Petrol azalırsa, petrol yataklarını kim kontrol edecek? Bir de petrolü ikame edecek bir enerji kaynağı bulmak gerekecek. Şimdi petrol talebine bakalım. 2003 yılının ortalama rakamlarını vereyim; Bu günde milyon varil olarak ölçülüyor. OECD ülkelerinin Avrupa kısmı -yani Kanada, ABD, Japonya, Meksika, Kore yok- günde 15.2 milyon varil petrol tüketiyor. Sadece ABD ise tek başına 20 milyon varil tüketiyor.
ÖM: Avrupa’nın 1/3’ü kadar daha fazla tüketiyor.
HE: Ve nüfusu da daha azdır.
ÖM: Çok çarpıcı.
HE: Toplam OECD ülkeleri günde 48.5 milyon varil tüketiyor. 2003 yılı ortalaması olarak dünya toplam talebi ise günde 79.1 milyon varil. Buradan da şunu çıkarıyoruz, dünya toplam kullanımının %61’i OECD ülkelerinde.
Arza gelelim... Yine rakamları 2003 yılı ortalaması olarak veriyorum; OPEC’in arzı günde 30.5 milyon varil imiş. Körfez ülkeleri de bunun 21 milyon varilini sunuyor. Bu, Körfez ülkelerinin önemini ortaya koyuyor. Bir başka büyük üretici olan ABD’nin toplam sunumu ise günde 8.8 milyon varil. Toplam dünya üretimi de günde 82.3 milyon varil. Yani OPEC’in payı % 37... Dolayısıyla OPEC güçlü mü değil mi diye baktığımız zaman, OPEC içerisindeki dayanışma güçlü mü sorusunun yanı sıra bir de OPEC’in toplam petrol sunumundaki payı meselesi var. Sadece % 37 payı var OPEC’in. Ama yine bir OPEC varlığı var tabii.
OPEC içerisinde, ham petrol üretiminde, bir ülke hepsinin arasından sıyrılıp tepeye oturuyor; o da Suudi Arabistan. Bu ülkenin geçen yıl ortalama üretimi aşağı yukarı 8.5 milyon varil. Bu 2002’de 7.4 milyon varilmiş, yani üretimini arttırmış. Ondan sonra gelen en büyük üretici günde 3.9 milyon varil üretimiyle İran.
ÖM: Ortadoğu ülkeleri açısından bakarsak değil mi?
HE: Evet. Sadece OPEC üyeleri arasında ikinci büyük üretimi yapan İran. Ama Suudi Arabistan’la karşılaştırdığımızda çok daha az üretiyor. Diğer OPEC üyelerinin üretimi daha da az. OPEC dışında ülkelerin rakamlarında biraz değişiklik var, onlar doğalgaz üretimlerini de çevirip ekliyorlar, tam karşılaştırılabilir bir rakam değil. OECD ülkeleri içerisinde en büyük üretici ABD, doğal gazla birlikte günde 8 milyon varil petrole karşılık geliyor. OECD dışında ise eski Sovyetler Birliği diye tarif edilen ülkeler, Kazakistan’ı vs. içeriyor, onların üretiminin toplamı herkesten fazla; günde 11 milyon varil.
ÖM: Dünyanın en büyük üreticisi eski Sovyetler Birliği.
HE: Bunların arasında da oynama esnekliği olan Rusya. Bilinen petrol rezervleri ile de ilgili bir iki şey söylemek istiyorum; Petrol rezervi milyar varil olarak ölçülüyor, Amerika’nın 22.7 milyar varillik rezervi var olarak gözüküyor Rusya’nın ise 60 milyar varil.
ÖM: 3 katı.
HE: Ama Ortadoğu’ya bakalım: İran’ın 100 milyar, Suudi Arabistan’ın 261 milyar varil rezervi var. Suudi Arabistan’ın önemi buradan geliyor. Kuveyt küçük bir ülke ama 99 milyar, Irak’ta bilinen 115 milyar varil rezervi olduğu tahmin ediliyor. Ama bu ülke için daha fazla da olabilir deniyor.
ÖM: Daha önce konuştuğumuzu hatırlıyorum, Irak’ta belki de dünyanın en büyük potansiyeli var.
HE: En büyüğü olabilir, 280 milyar varile çıkabilir ve Suudi Arabistan’ı geçebilir diye konuşmuştuk. Bir ülkeden daha söz etmek istiyorum, o da petrol talebi en hızlı artan ülke olan Çin. Talep artış hızı geçen sene %18, ondan önceki sene %11. Bu ülkenin toplam 23 milyar varillik bir rezervi var, yani ABD kadar, ama üretimi görece az, aşağı yukarı günde 3.5 milyon varillik üretimi var.
Doğal gazda enteresan bir durum var, Amerika’nın doğalgaz rezervleri 187 trilyon feet/küp. Suudi Arabistan’ın 234, İran’ın 812, eski Sovyetler Birliği’nin 1700. Muazzam bir doğalgaz rezervi üzerinde oturuyor bu ülkeler. Bu önemli bir nokta. Birleşik Arap Emirliklerinin 200 civarında. Türkiye’nin petrol rezervinin sadece 300 milyon petrol varil olduğu tahmin ediliyor.
ÖM: Milyar değil?
HE: Milyon. Doğalgazımız da 300 milyar feet/küp... Diğer ülkeleri hep “trilyon” ile ölçüyorduk-bizde ise milyar... Yani Türkiye petrol ve doğalgazda da zengin olmayan bir ülke. Biz ancak komşularımızı altına doğru eğik kuyu açabilirsek, petrol bulabiliriz!
Arz-talebe dönersek geçen senenin rakamlarına baktığımız zaman çok önemli bir arz-talep uyuşmazlığı görünmüyor. Bu sene talep artışı var ama üretim de artmış. Dünya üretimi geçen sene yılda ortalama 79 milyon varilmiş. Bu yılın ilk 3 ayı ile ilgili elimizde rakamlar var, burada 80’in üstüne çıkmış, mesela Mart ayında 82 milyon varil. Dolayısıyla bir üretim artışı da gözlenebiliyor. Daha önce de bahsetmiştim, OPEC’in ne yaptığı çok açık değil, kotasının altında mı üretiyor, üstünde mi üretiyor? Bu konuda farklı yorumlar var. Belki de ölçüm farkından doğuyordur, bilemiyorum.
Ama bir şey açık, talepteki artış bir şekilde karşılanmadı, fiyatlar o yüzden arttı. OPEC üyeleri arasında ne oluyor diye bakıyorum; Suudi Arabistan “üretimi arttıralım”, hatta “ben tek başıma artırırım” da diyor. Bu çok kuvvetli bir tehdit. Yani “üretimi hep beraber arttıralım, dolayısıyla kotalarımızı da ona göre ayarlayalım, hepimiz kazanalım; yapmazsanız ben kendi başıma arttırır, satar ve kazanırım” diyor. Böyle olunca fiyatların düşmesi lazım. Ama ortalıkta bir gariplik var; bu durumda OPEC üyelerinin davranışlarının değişeceğini, piyasanın da etkileneceğini düşünebilirsiniz. Ama öyle olmadı. Piyasanın havası hâlâ fiyatların artacağı yönünde. Niye olabilir bu?
Suudi Arabistan bu söylediği günde 2 milyon varil artışı 3-5 gün değil de sürekli yapabilir mi? Yani 3 ay, 5 ay ya da 8 ay süreyle üretimi bu yüksek düzeyde sürdürebilir mi? Orada teknik kaygılar var. Herhalde üretim, taşıma vs. Kapasitelerine ilişkin bilgilere dayanılarak bunun sürekli yapılamayacağına ilişkin görüşler var. İkinci bir görüş ise Suudi Arabistan’ın niyetinin samimi olmadığı biçiminde. Doğrusu bu benim de aklıma gelmiyor değil. Dikkat edilirse Suudi Arabistan kendi kartel ortaklarını da tehdit etmiş oluyor. Niye ortaklarını tehdit ediyor? OPEC’in cevabı da ilginç; “hayır biz yapamıyoruz” demediler, “gelecek hafta Beyrut’taki toplantıda karar veririz” dediler. Bir haftada dünyada ne değişecek? Yapısal olarak fazla bir şey değişmez, demek ki bir pazarlık var kendi aralarında -ve başkalarıyla-... Bu pazarlıkta kritik olan ülke Suudi Arabistan. Çünkü üretimde bu derece oynamayı yapabilecek tek ülke o.
Dolayısıyla gelinen noktada benim tahminim, fiyatların artmaması için üretimde artış sağlamaya yönelik bir anlaşma sağlanacağıdır. Gerekli üretim artışının büyük kısmının da Suudi Arabistan’dan geleceğini düşünüyorum. Bazı OPEC ülkelerinde, örneğin Nijerya’da üretimin kapasitenin altında olduğunu daha önce söylemiştim. Belki bu ülkeler de üretimlerini artırırlar. Bunun fiyatların seyrinin ters dönüp, iyice aşağı gideceği anlamına geldiğini söylemiyorum. Ama fiyat artışının duracağı ve belki de bir miktar düşeceğini tahmin ediyorum.
Bunu söylerken temel dayanağım petrol fiyatlarının böyle hareket etmesi durumunda dünya ölçüsünde enflasyon ve duraklamayı gündeme getirebileceği. OPEC bunu daha evvel denediğinde böyle olmuştu. Petrol fiyatları arttırıldığı zaman gelişmiş, sanayileşmiş ülkeler kendi ürünlerinin fiyatlarını arttırmak zorunda kalıyorlar, ama arttırabiliyorlar da. Hem enflasyon oluyor, hem de sonuçta bir varil petrol karşılığında alınan mal miktarı artmak şöyle dursun düşebiliyor bile. O yüzden de OPEC’in de işin bu noktaya gelmesini çok fazla isteyeceğini sanmıyorum. Rusya’nın hayatından bir memnun olduğunu düşünüyorum. Ama genel bir duraklamadan Rusya da diğer petrol satıcısı ülkeler gibi rahatsız olacaktır. Çünkü sonuçta duraklama petrol talebini de olumsuz etkileyecektir. Şu andaki büyük talep artışının nedeni dünya ekonomisinin canlı olması.
ÖM: Yani fiyatların bir miktar düşeceği tahmininde bulunuyorsun?
HE: Evet.
ÖM: Başta konuşmaya çalıştığımız konuya dönersek, 1956’da Jeolog King Hubert, Amerikan petrol üretiminin 1970’lerin ortalarında en üst noktaya varacağını söylemiş ve bu hesapları doğru çıkmış. Ondan sonra da ama geri döndürülemez biçimde düşeceğini doğru hesaplamış. 1974’te de yine bir hesap yapmış ve dünyadaki bütün petrol yataklarında 2000’de üst noktaya vuracağını ve ondan sonra geri dönülmez noktaya doğru aşağıya gideceğini söylemiş. Bunu sonradan da, onun yardımcıları 2006 ile 2010 arasına çekmişler, bir revizyon yapmışlar. Şimdi hem Venezuela Petrol Bakanı’nın, hem de eski Britanya Enerji Bakanı’nın görüşleri bunun doğru çıkacağı yolunda. Ondan sonra özellikle Çin’in durumunu etkiler diyor, Mike Davis de bu hesaplara dayanarak yaptığı yazısında. OECD ülkeleri de eski stagflasyon denen günlere dönebilirler ve bir de tabii çevreye müthiş zararlı olabilecek kötü maddelerin tüketimi, yani kömür, vs. gibi şeyler de olabilir diyor. Daha doğrusu düşük seviyeli petrol ürünleri, zift, vs. kullanılır deniyor. En önemlisi de, “petrol ithal eden 3. Dünya ülkelerinde, mesela yoksul çiftçiler özellikle petrol bazlı suni gübreleri alamayacaklar ve şehirdeki yoksullar da otobüs biletlerini bile almakta zorlanacaklar gibi bir durum ortaya çıkacak” diyor. Mesela Los Angeles’ta ve başka yerlerde de kamyoncuların sert gösterileri olduğuna da değiniyordu. “Ama en önemlisi bu ekonomik kaostan tek kazanan, 5 büyük petrol şirketi ve onların yoz, 3. Dünya ülkelerindeki, Nijerya diktatör generalleri, Suudi prensleri, Rusya’daki “kleptokrasi” denilen hırsızlık, mafya gibi şeyler olacak. Sonuçta hem petrol gerçekten kara altın gibi bir şey olabilir. O zaman da bir çeşit monopol rantı alınmaya başlanacak” diyor. Böyle de bir genel gözlem yapmış.
HE: Yazıda hep iktisadi etkilerinin üzerinde durmuş doğru bir şekilde. Tabii bunun başka yansımaları da oluyor. Şunu da unutmamak lazım, 2. Dünya Savaşı öncesinde Japonya’nın güneye doğru, Burma’ya kadar giden yayılma stratejisinin arkasında doğal kaynak ve özellikle petrol gereksinimi yatıyordu. Sonuçta çatışma Japonya ile ABD ile çıkarlarının ters düşmesinden kaynaklandı. Olayın tek boyutu budur demiyorum ama çok ciddi bir boyutudur. Bu gözden kaçırıldığında Japonya’nın yayılması anlamsız görünüyor.
1973 yılında, Yom Kippur Savaşı sonrasında petrolün bir silah olarak kullanılması, petrol kullanımından tasarruf eden daha etkin motorlar ve daha etkin kullanım biçimleri geliştirilmesine yol açtı. Bu da geçici bir iyimserlik yarattı. Yani “OPEC -ya da Arap- ülkelerine bağlılıktan kurtuluruz” diye düşünüldü ama olmadı.
ÖM: Çok iyimser bir düşünce...
HE: Evet gerçi motorlar daha etkin oldu. Ben uçaklardan biliyorum, eskiden gittiği uzaklığın üç katına gidiyor aynı yakıtla. Ama petrol talebi de arttı. Uçakla yolculuk etmek isteyenler de arttı. Dolayısıyla da bağımlılık durumu pek fazla değişmedi. Bu önümüzdeki dönemde tekrarlanacağa benziyor.
Bir noktada da dünya petrol rezervlerinin dağılımı ile ilgili. Örneğin doğal gaz denildiğinde Rusya ve İran çok önem kazanıyor.
ÖM: Yazıya son bir atıf yapayım, TomDispatch.com (www.nationinstitute.org/tomdispatch) diye benim sürekli takip etmeye çalıştığım bir yer vermiş. Davis’in ekoloji ile ilgili birçok önemli kitabı var. Sonuç olarak ABD’de 1930’larda bir büyük senato soruşturması yapıldığını hatırlatıyor; Nye Komisyonu imiş bunun adı, bir senatörün adından alıyor. Özellikle 1930’ların o bunalım döneminde sebepleri araştırırlarken silah şirketlerinin ve silah tacirlerinin karanlık dünyasına eğilmiş. Mike Davis de diyor ki; “NAI komitesi gibi bir komisyonu tekrar kurmak gerekir. Petrol endüstrisinin ABD dış politikası üzerindeki çok zararlı etkilerinin de bir şekilde araştırılması gerekir mi?” Elimizde bu konuda bir çok yazı var ama Mike Davis son yazısında, “ABD’nin terörle mücadele haritası da tümüyle petrol yolları ile örtüşüyor tuhaf bir şekilde” diyor. İlginçtir, bütün yapılması düşünülen petrol boru hatları ve petrol yataklarının coğrafyası Kazakistan’dan Ekvator’a kadar Amerikan askerlerinin izini taşıyor. iki de yeni örnek vermiş. Bir tanesi Malezya Dışişleri Bakanı’nın Mayıs sonunda ” Washington çok abartıyor, Malaka Boğazı’nda korsan tehlikesi filan yok, bu çok abartmalı” diyor. Malaka Boğazı çok önemliymiş Doğu Asya petrol sunumu açısından. İkincisi de Los Angeles Times’da çıkan bir yazıdan; Bir “Kızıl Hilal Operasyonu” yapılıyormuş, gerillaları oradan defetmek için, çünkü orası da Los Angeles petrol şirketlerinin, -Occidental petrol şirketlerinin- petrol boru hatları ile ilgili... O bölgeyi de boşaltmaları isteniyormuş. Bütün bunlara bakıldığında bir master plan mı var sorusunu soruyorlar petrol üzerinden. Bu konuda ne diyorsun?
HE: Bana tuhaf gelen, böyle bir şeyin olmasının birilerine tuhaf gelmesi! Bunda tuhaf bir şey yok, ben de olsam petrolü kontrol altına almak isterim. Burada önemli olan OECD ülkeleri için petrolün yaşamsal önemi ve kolay ikame edilemiyor olması. Petrol akımının sağlanması lazım. Tekrar vurgulamak isterim; sorun “gideyim de oraya el koyayım, ben petrol çıkarayım” değil, petrol akışı sağlıklı olsun. Bence de çok önemli, gereğinde askerinizi kullanırsınız, gerekirse işbirliği yaparsınız. Hiç kimsenin aklına Norveç’e birlik göndermek gelmiyor, çünkü işler anlaşmalar çerçevesinde yürüyor.
Önemli olan bir başka nokta da petrol ve doğal gaz rezervlerinin dünyanın belli bölgelerinde yoğunlaşmış olması. Petrolde Körfez, doğal gazda İran ve Rusya önem kazanıyor. Böyle olunca buralarda bir şeylerin düzgün gitmesi lazım ki işler altüst olmasın. O yüzden ABD, böyle öncü olarak attı kendisini ortalığa. Gerçi işi çözüyor mu karıştırıyor mu, onu anlamış değilim. O ayrı bir konu. Fakat bu noktada kalan OECD ülkelerinden “Ha gayret paşam!” seslerinin geldiğini düşünüyorum. Yüksek sesle söylemeseler de mırıldanıyorlar.
ÖM: Hazır jandarma var yani?
HE: Evet. Bir de dikkat ederseniz, AB’nin kendi güvenliği için ordu kurma meselesi vs. bence bu tür sorunlarla ilgili. Neye karşı güvenlik aranıyor diye sorulduğunda artık akla Rusya gelmiyor. Belki Rusya’ya hâlâ pek güvenmediklerini düşünebiliriz. Rejim değişebilir diye çekiniyor olabilirler. Ama bugün için böyle bir sorun yok.
Malaka Boğazı meselesi kritik. Tayvan, Kore, Japonya gibi ülkelere petrol akımı hep Malaka Boğazı’ndan geçiyor. Orada korsan meselesi ciddi olarak var. Türk gemileri de saldırıya uğradı orada. Bölge ülkelerinin -Malezya, Endonezya, Tayland- donanmaları ona göre teçhiz edilmeye başladılar.
Bölge ülkelerinin donanmalarını güçlendirme çabalarına ve bunun aldığı biçime dikkatle bakmak gerekir. Mesela niçin Hindistan uçak gemisi alıyor, nereyi kontrol etmek istiyor? Çin niye uçak gemisi peşinde? Bir yere mi saldıracak? Orada çok ciddi bir güç çatışması var.
ÖM: Peki Türkiye?
HE: Petrol fiyatlarının yükselmesi Türkiye’yi kötü etkiler. Teknolojimizi de çabuk uyarlayacak durumda değiliz. O yüzden biz bu faturayı öderiz. Bu fatura eğer dünyada enflasyona yol açarsa, gelişmemiz için gerekli, ithal ettiğimiz diğer ara mallarının, sermaye mallarının fiyatları artar ve oradan da bir fatura yeriz daha önce olduğu gibi. Dünyada duraklamaya yol açarsa, ihracatımız da olumsuz etkilenir. Dolayısıyla bu şaka edilecek bir konu değil, Türkiye açısından önlem alınması lazım. Örneğin iç talebi etkilemek için gerekli fiyat ayarlamalarını yapmakta gecikilmemeli. Bu takdirde kamu açıkları üzerinde de olumsuz etki yaratılacağı unutulmamalı. Özetle, önümüzdeki dönemde hükümetin böyle kararlar alması gerekecek. Petrol ürünleri fiyatlarında bir ayarlama yapıldı gerçi ama o geçmiş fiyat oynamalarının sadece bir kısmını telafi ediyor.
ÖM: %5’lik artış?
HE: %5’te kalmaz, biraz daha yapmak gerecektir; aksi takdirde, biliyorsunuz petrolün alım fiyatı ile satış fiyatı arasında kalan vergidir, o vergiden kaybetmiş oluyor devlet. O da bütçe dengesini etkiliyor.
Olaya daha uzun soluklu baktığınız zaman epeyce farklı boyutlar ortaya çıkıyor. Petrol ve doğal gaz üreten ülkeler ile OECD’nin Avrupa kısmını, dünya coğrafyasındaki konumlarını gözünüzde bir canlandırın. Bu akışın nereden yapılabileceğine bakın. Türkiye, tek değil ama çok önemli bir geçiş yolu...
ÖM: Ama onun dışında sinir noktası gibi bir şey, merkezi sinir sistemi gibi oluyor Türkiye.
HE: Tabii. Ortadoğu’nun siyasal düzeni değişirse, başka ülkeler daha emin hale gelirse başka yollar da olabilir. Ancak şöyle bir orta vadeye baktığınız zaman Ortadoğu’da ortalığın pek durulacağını sanmıyorum. Bu açıdan Türkiye avantajlı görünüyor. Bu, bizde petrol çıkmamasına rağmen petrol işine bulaşmamız demek. Düşünün İran’ın doğal gazı Avrupa’ya nasıl gidecek? Balona da koyup gönderebilirsiniz ama en uygun nasıl gidecek? Türkiye üzerinden... Türkiye ile İran ilişkileri, Avrupa’nın İran’la olan ilişkilerinin nasıl gelişeceğini, İran’da önümüzdeki dönemde nasıl gelişmeler olacağını etkilemez mi? Bütün bunlar çok kritik, bu nedenle hem kısa vadede hem de uzun vadede bu petrol meselesi ile çok ilgilenmemiz gerekiyor.
Bir de teknik bir olay var; Boğazlar’dan geçiş güvenliği için önlemler alındı ama trafik artacak gibi gözüküyor. Onun yaratabileceği sorunlar, doğayı tehdit edebilecek olaylar karşısında da daha dikkatli olmak gerekiyor.
ÖM: Bir de belki dev petrol şirketlerinin faaliyetleri konusunda daha dikkatli olmak gerekiyor.
HE: Tabii, ne istiyorlar, nasıl yapıyorlar, neyi yapmak istiyorlar? Sonunda doğrudan olmasa bile bizi dolaylı olarak etkileyecek bir şey.
ÖM: Bu muazzam önemli, belki de dünyanın en önemli konularından bir tanesi petrol meselesi, buna zaman zaman döneceğiz.
Buradan istersen özelleştirme ilgili son TÜPRAŞ meselesinde yaşanan tuhaflıkları da bir konu edelim.
HE: Bu olay benim anlayışıma göre, özelleştirmede bir geri adım daha atmak demektir. Yasal bir çerçevesi, kuralları olması gereken özelleştirmede bu kaçıncı olumsuz mahkeme kararı? İki şey var, ya yargıçlar kendi kendilerine karar veriyorlar ya da idare hukuku takmıyor. Başka ne olabilir ki? Bir gariplik var. Her iki halde de kendinizi bir yabancının yerine koyun, bu ülkede gidip uzun vadeli bir bağıt yapar mısınız? Üstelik bu olayda taraflardan biri devlet, yani “Hasan Bey’le iş yaptım, pek de iyi iş yapmadı” derseniz bir kişiye kızmış olursunuz. Ama bu olayda bir tarafta devlet var. Devlet bir bağıt yapıyor, sonra mahkeme “Bu böyle olmaz” diyor. Eğer mahkeme hukuk kurallarına uygun olmayan bir karar verdi ise bir yargıda bir sorun var, mahkeme haklıysa idari bir sorun var.
ÖM: O zaman bilerek hukuka aykırı bir işlemi devreye sokmuş oluyor idare.
HE: O zaman “özelleştirme yapıyoruz” diye ortaya çıkmayalım. Zaten, sonuçta özelleştirmeden fiilen vazgeçmiş gibi görünüyoruz. Şart mı özelleştirme yapmak? Ama niye özelleştirme yapmak üzere çıktığımızı ve şimdi niye vazgeçtiğimizi ben de bilmek istiyorum.
Ben, özelleştirmeyi devletin para kazanmak için yaptığı bir iş diye hiç düşünmedim. Benim bildiğim kadarıyla da özelleştirme böyle savunulamaz. Böyle sunduğunuz zaman, devlet kumar parasının borcunu ödeyebilmek için babasından kalan hanları, hamamları satan adama benziyor. Bu da hiçbir şekilde iktisat politikasında tasvip gören bir olay değildir. Özelleştirmenin gerekçesi neydi? Diyorsunuz ki; “Ben bu faaliyetin özel ellerde rekabet koşullarında yürütülmesinden toplumsal açıdan daha büyük yarar görüyorum.” Bunda haklı olabilirsiniz, olmayabilirsiniz, o ayrı mesele. Fakat “böyle görüyorum” diyorsunuz. Oyunun kuralları var. Önce “Ben satın alan şirketi kontrol ederim, rekabet koşullarına uymasını sağlarım” diyor devlet, şimdi de vazgeçiyor. Bu koşulları sağlayamayacağını mı düşünüyor? Öyle ise acayip bir beceriksizlik var. İnanılır bir şey değil. Çünkü biz özelleştirmeye başlayalı yanılmıyorsam 17 yıl oldu, ortalıkta bir şey yok.
ÖM: Evet, Türk Telekom çok net olarak hatırlanıyor, bir fiyasko ile sonuçlandı.
HE: Bu çok rahatsız edici bir durum. Zaten bu tür özelleştirme kararı alınan ve özelleştirilmesi becerilemeyen kuruluşların fiyatları geciktikçe düştü.
ÖM: Özellikle Türk Telekom’da bu çok belirgin bir şekilde yaşanmıştı.
HE: Biraz daha beklersek, biz de para toplayıp Açık Radyo olarak birini alabiliriz, çünkü bizim alabileceğimiz kadar da fiyatlar düşebilir.
Bu sorun TÜPRAŞ için de geçerli. TÜPRAŞ’ın tesisleri nasıldır? Modern midir, değil midir? Modern deyince tabii bütün dünya ölçüsünde bakmak lazım, sadece Avrupa değil. Büyük bir olasılıkla modernleşmesi lazım. Bu da yatırım yapacağız demektir, yatırım yapmak da sonuçta kamu fonlarının buna yönelmesi demektir. Bunu kamu eliyle yapmayı istiyor muyuz istemiyor muyuz?
ÖM: AB’ye üyelik doğrultusunda yapılan reformlar çerçevesi içinde bakıldığında nasıl değerlendirilebilir bu özelleştirme meselesi?
HE: 1993’te AB’nin kabul ettiği bir yasal çerçeve var, bu ona uymuyor. Çünkü orada piyasa ekonomisine dayalı, mülkiyet haklarının iyi tanımlandığı ve işlevselliğinin de ortaya konduğu bir ekonomi isteniyor. Burada bir işlem yapılıyor, bir mülkiyet devri söz konusu olacak, edildi mi edilmedi mi, bir türlü emin olamıyorsunuz. Bu AB’nin anladığı biçimiyle mülkiyet hakkının etkin kullanımı değil.
Biz bunları özelleştirmeyeceğiz diyorsak tamam. AB mutlaka her şeyi özelleştirin demiyor ki. Bazı kamu hizmetleri var ki, ne Türkiye özelleştirmeyi düşünüyor, ne de Avrupa. Örneğin ulusal güvenlik... Kimse bunun özelleştirilmesini düşünüyor mu? Hayır. Dolayısıyla bazı hizmetlerin kamuda olması kadar doğal bir şey yoktur, bunun sınırı da ülkeden ülkeye değişebilir. Ama özelleştireceğim diye çıkıp her defasında böyle bir gariplik yarattığınız zaman, sorun “Türkiye’de mülkiyet hakkı iyi tanımlanmış ve işlevsel midir?”e dönüşüyor. Başarısızlığın olayı taşıdığı yer başka bir nokta...
ÖM: Burada genel olarak iyi gitmeyen bir şey var. Bunun üzerinde de ayrıca durmak lazım. TÜPRAŞ bunun son örneği.
Bu programdaki son konumuz, Hindistan’da hiç kimsenin beklemediği büyük bir seçimle iktidar değişikliği oldu. Manmohan Singh geldi, galiba o yeni başbakan hakkında epey bilgi sahibisin, onun üzerinde de birazcık duralım.
HE: Türkiye açısından da önemli bir boyutu var, onun için söylüyorum; önce Manmohan Singh’in kim olduğundan söz edeyim.
Dr. Manmohan Singh 26 Eylül 1932’de Batı Penjab’da Gah’da doğdu. Assam Üniversitesi’ndeki öğreniminden sonra İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde master ve doktora yaptı. Seçkin bir iktisatçı olarak tanınan Singh, iş yaşamının büyük bir kısmında bürokrat olarak görev yaptı.1982-1985 arasında Hindistan Merkez Bankası Başkanlığı görevini yürüttü.
Sonra politikaya atıldı. 1991’de kurulan Narasimha Rao hükümetinin maliye bakanı oldu. Bakan olduğunda ülkenin mali durumu çıkmazdaydı. Bütçe açığının GSYIH’a oranı % 8.5 du. (Bizde % 11) Ödemeler dengesi cari açığı GSYIH’in % 3.5’ine ulaşmıştı. Bu açığı kimse finanse etmek istemiyordu. Ülkenin döviz rezervleri 1 milyar dolara düşmüştü. Bu senenin Nisan ayında 113 milyar dolar!
ÖM: Bu hangi yıl?
HE: 1991. Manmohan Singh görevi devrettiğinde, 1996’da Kongre Partisi iktidardan ayrıldığında ülkede bütün bu olayları tersine çevirmiş, rezervleri 18 milyar dolara çıkarmıştı. Nisan 2004 itibarı ile Hindistan’ın döviz rezervleri 113 milyar dolar.
Manmohan Singh ne yaptı?
Singh hemen ekonomiyi toparlayıcı önlemler almaya başladı. 1994 yılında ünlü bütçesini sunduğunda toparlanma başlamıştı bile. Ama Singh bu krizin değişim için bir fırsat olduğunu düşünüyordu. Başbakan Rao’ya “Reformları yapmazsak batacağız. Yaparsak yine de batabiliriz. Ama kurtulma şansımız da var” diyen Singh köklü bir reform programını başlattı. Dikkati çekmek istiyorum, ekonomi görünüşte toparlanmaya başlamıştı ama Sing uzun dönemi kurtarmak için kısa dönem rahatlamanın verebileceği rehavete kapılmamayı öneriyordu. Kamu kesiminin Hindistan Merkez Bankası’ndan borçlanmasını durduran Singh, Hindistan’da iş çevrelerinin anlayışını değiştirmeyi hedefliyordu. Dikkati çekeyim bizim uyguladığımız programın mantığı da buna dayanıyor. Özel kesimin başarılı olmasının ortamsal koşullarını da yaratmaya çalışıyordu. Bunun için vergi sistemini basitleştirerek akılcı bir yapı kazandırdı. Gereksiz kuralları ve düzenlemeleri kaldırdı.
Singh, bir istikrar programı uygulamasıyla birlikte yapısal değişiklikler sağlandığında ülkesinde var olduğunu düşündüğü girişimci ruhun gerekli dinamizmi sağlayacağına inanıyordu. Öyle de oldu... Hindistan ekonomisi, eskinin ünlü “Hindistan tipi gelişme” -yani her şeyin çok yavaş büyüdüğü bir ekonomi- tuzağından hızlı büyümeye başladı. Ondan sonra kurulan bu muhafazakâr hükümet aslında onun yaptığı programı hiç değiştirmeden, ama diğer alınması gereken önlemleri de pek almadan devam etti işlere. Yani onlar düşünsel alanda fazla bir şey yapmadılar.
Kongre Partisi muhalefetinin, mütevazılığı ve bilgisiyle önde gelen politikacılarından birisi oldu. Ama daha çok uzmanlık alanı olan iktisatla ilgili sesini yükseltti. Siyasal konularda fazla konuşmadı. 2003-2004 yılı bütçesini parlamentoda ağır bir biçimde eleştirdi. Maliye bakanı Jaswant Singh’e yönelttiği eleştirinin özü, bütçenin ülkede sefaletle mücadele, alt yapı geliştirilmesi ve mali toparlanma sorunlarının varlığını göz ardı ettiği idi.
Manmohan Singh hakikaten saygın ve başarılı bir politikacı.
ÖM: Sefalet konusuna da önemle dikkat çekiyor.
HE: İktidar değişikliği anlaşılıyor ki “Hindistan büyüyemedi” diye olmadı, büyümenin neması çok az insan arasında bölüşüldü, diğerleri bundan yararlanamadı. Belki durumları kötüye giden de olmuş olabilir, o kadarını bilmiyorum. Bu toplumda bir tepkiye yol açtı.
Bunun üzerinde durmamız lazım, çünkü bu Hindistan’a özgü bir sorun değil. Bizde de böyle rahatsızlıklar var. Biz bunu gördük seçimlerde, yani Türkiye de büyüdü ama sonuçta işsizlik varsa...
ÖM: Bende çok çarpıcı bir rakam vardı, onu bu bağlamda söyleyebiliriz; çiftçiler, özellikle kırsal kesimdeki insanlar intihar etmeye başladılar, yoksulluktan, tohum ve diğer şeyleri elde edememekten... Bu son zamanlarda binlerle ifade ediliyormuş, binlerce kişi intihar ediyormuş. Bu çok yabana atılacak bir durum değil.
HE: Dolayısıyla Hindistan’nın yeni başbakanının bu sorunlara duyarlı bir uygulamacı iktisatçı/politikacı olduğuna dikkati çekmek istiyorum. Serbestleştirme kendi kendine işini halleder diye değil, serbestleştirmeyi nihai amacı açısından iyi gördüğü için yapan birisi. O açıdan ben önem veriyorum.
Bir nokta daha var, biliyorsunuz Hindistan’da piyasalar karıştı, sonra Manmohan Singh geliyor deyince piyasalar duruldu ve toparlandı. Burada ilginç bir olay var, piyasalar oy mekanizması gibi, “Evet, Hindistan halkı ona oy verdi, biz de oyumuzu verdik” gibi oluyor. Buna dikkat etmek lazım.
ÖM: Bunun tehlikeleri de çok.
HE: Tehlikeleri de var, olumlu yönleri de var. Çünkü piyasalar hızlı hareket ediyor. Yalnız şu nokta çok önemli, sonuç olarak ben tasarrufumu bu işten anlayan birine emanet ediyorum, o da o parayı orayı mı yatırayım, buraya mı yatırayım deyip benim menfaatime en uygun biçimde portföyümü yönetiyor. Tasarrufumu mevduat olarak bankaya koyduğumda, bankanın nereye kredi verdiği bunun tipik örneğidir. Bunların benim için hayırlı bir şekilde yapılması lazım, mali sistem de bunun en iyi yapılmasını sağlıyor. Ama ülkedeki bütün bu para benimse, mali piyasalarda senin menfaatini koruyan biri olmaz. Çünkü mali piyasalarda benim adamım var, o adam beni korumazsa görevini yapmamış olur. Ama hepimizin orada parası varsa, o zaman hepimizin temsilcisi birileri olacak, yani seni de koruyan, beni de koruyan var olacak... Bu lafın “iktisatçasının Türkçe’si”, gelirin tasarruf yapabilecek düzeye yükselmesi ve gelir dağılımının beş aşağı beş yukarı eşit olması, ya da bozuk olmaması. Bu nokta bence çok önemli.
ÖM: Sonya Gandi’nin de stratejik olarak bu açmazı iyi çözecek bir şekilde davranmış olduğu söylenebilir, çünkü kendisi hakkında akıl almaz, -İtalyan kökenli, vs. diye- çok milliyetçiği ağır basan eleştiriler karşısında kaldı.
HE: Olumsuz etkileyebilir. Bir de tabii Manmohan Singh’in iktisadi sorunlara bu kadar vakıf bir kişi olması önem taşıyor. Bir Hintli televizyon yorumcusu şöyle dedi “Ülkenin iktisadi meseleleri anlattığında anlayan bir başbakanı olması da iyi bir şey.” Bu açıdan bir yarar sağlar. Sonya Gandi’nin başbakan olması siyasal görünüm açısından benim çok hoşuma giderdi doğrusu. Ama büyük bir olasılıkla Manmohan Singh gibi bir insanın başta olması hükümete daha kuvvet kazandıracak. Ayrıca da Sonya Gandi’nin Kongre Partisi Başkanlığı da devam ediyor tabii.
ÖM: Sonya Gandi’nin iyi bir stratejist olarak da davrandığı sonucu bile çıkabilir buradan, Muazzam bir istikrarsızlığa yol açabilirdi kendisi, hatta öldürülebilirdi de. Bir de tabii Sing’in bir azınlık mensubu olarak geldiğini de son bir not olarak söyleyeyim. Bir Sikh olarak
gelmesi de ilginç bir şey.
HE: Yaşam öyküsüne bakarken şu da dikkatimi çekti, bundan evvelki maliye bakanı da Sikh’miş, anlaşılan maliye bakanlıkları Sikh’lerin kontrolünde bu ülkede...
(27 Mayıs 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır)